IMF’nin Lekeli Sicili
Emperyalist sistemin metropolü, kendi
krizini adım adım bizim buralara da taşıdı. Şimdi de bizlere, özellikle
IMF aracılığıyla, akıl vermeye başladı.
IMF hangi yüzle sistemin çevresinde yer alan ülkelere yeni programlar
önerebilecektir?
“Sermaye hareketleri üzerindeki tüm kısıtlamaları kaldırın; merkez
bankalarını özerkleştirin ve bizim gözetimimizde sadece enflasyonla
mücadeleye odaklandırın; reel faizleri yüksek, kamu harcamalarını düşük
tutun; dövizin fiyatını dalgalanmaya bırakın, ucuzlarsa ucuzlasın; dış
borcu fazla dert etmeyin…”
Bu reçetenin tüm öğelerini parti parti bizlere “cebren ve hileyle” kabul
ettiren kuruluşun öncelikle IMF olduğunu biliyoruz.
Bugünkü kriz ortamı da bu kabullerden türemedi mi? İşte bu soruyu dört
yıl önce olumlu yanıtlayan açık-seçik bir öngörü:
“Bir sonraki borç krizi fazla beklemeden patlak verecektir. Küresel
portföy fonları, yüksek getiriler peşinde koşarak yükselen piyasalara
yığılıyor. Düşük faizler nedeniyle borçlanma kolaylaşıyor; borçlu
ülkeler rehavete sürükleniyor. Bu durum sürdürülemez. Zengin ülke
yatırımcıları: Yükselen piyasalardan geçen yıl elde ettiğiniz ortalama
yüzde 55’lik getirinin bir sapkınlık olduğunu algılayınız. Gelişmekte
olan ülkelerin liderleri: Sizler de borç almanın uyarıcı ilaçlara
benzediğini; kısa dönemde başarımı yükselttiğini; sonrasında ise
aldatıcı sonuçlara yol açacağını kavrayınız. Bu sefer durum farklı mı
diyorsunuz? Kolay gele…”
Bu keskin eleştiri ve kötümser öngörü, Amerikalı bir iktisatçı, Kenneth
Rogoff, tarafından 2004’te yapılıyor. Ne var ki bu zat, bu tarihten bir
yıl öncesine kadar IMF’nin “baş iktisatçısı” idi. Hal böyle olunca,
Rogoff’u gerçekçi uyarılarından ötürü tebrik edemeyiz. Aksine, kendisini
“bir yıl öncesine kadar çevre ekonomilerini tam zıt doğrultuda
yönlendirirken aklın nerdeydi?” diye sorgulamamız gerekirdi. Ortada
masumane bir “şizofrenik kimlik bozukluğu” veya “islah olma” durumu
yoktur. Bir ahlâkî zafiyet söz konusudur.
***
IMF’nin “beyin takımı”nda ahlâkî zafiyetin yaygınlığına bir örnek,
Rogoff’tan bir önceki baş iktisatçı Stanley Fischer’in Türkiye ile
ilişkilerinde de gözlenir. Bu zat, 1999’da Türkiye ile IMF arasında
imzalanan stand-by anlaşmasının dayandığı “enflasyonla mücadele”
modelinin sorumluluğunu taşımıştır. Bu modelin Türkiye’yi 2001 krizine
sürüklediği de, bugün yaygın kabul görüyor. Kriz patlak verinceye kadar
Fischer Türkiye’ye her geldiğinde ekonomik yönetimi, “aferin, iyi
yoldasınız; ödün vermeden devam edin” diye pompaladı. Kriz patlak
verdikten sonra, önceki övgülerini unutup hükümeti “programdan sapma”
suçlamasıyla eleştirdi. Ardından “bilimsel” bir makale kaleme alarak
bize uygulattırılan modelin yanlışlığının, Türkiye deneyimi sonunda
anlaşıldığını ima etti. Türkiye, adeta, “doğru döviz politikasını
keşfetmek için” Fischer tarafından bir laboratuvar olarak kullanılmış
oluyor.
Dahası da var: Türkiye’nin kriz koşullarına sürüklenmeye başladığı
anlaşılır anlaşılmaz bir IMF heyeti Türkiye’ye geldi; 10.5 milyar
dolarlık ek kredi sağlandı ve “bankaların dış borçlarının da devlet
güvencesi altına alınması” Başbakan’a ayak üstü (ve T.C. yasaları açıkça
çiğnenerek) kabul ettirildi. IMF Başkanı Köhler, ertesi gün Türkiye
hükümetine bu kararından dolayı alenen teşekkür etti. Fischer birkaç ay
sonra IMF’den ayrılacak ve (Türkiye’den alacakları devletçe üstlenilmiş
büyük bankalardan biri olan) Citibank’ın yönetimine geçecektir.
***
IMF, anlaşma yaptığı ülkelerin iç siyasetine uzak durduğunu iddia eder.
Gerekten öyle mi? Mayıs 2005’te AKP hükümeti IMF ile 10 milyar dolarlık
yeni bir stand-by anlaşması imzaladı. Bu türden bir kredi anlaşması
Türkiye ekonomisinin nesnel koşulları dikkate alındığında IMF
kurallarına da uymamaktaydı. IMF heyeti, yine de “olağan-dışı koşullar”
nedeniyle kredinin verilmesini tavsiye etti. Türkiye’nin bu ayrıcalıktan
yararlanması niçin uygundu? IMF heyetinin 28 Nisan 2005 tarihli raporu
yanıtlıyor: “Üç yıllık bir program... 2007 Kasımında yapılacak olan
genel seçimler için bir çıpa sağlayacaktır”. Türkiye’nin değil, açıkça
AKP’nin desteklenmesini hedefleyen stand-by bu nedenle onaylandı;
uygulandı.
***
IMF’nin otuz yıldır savunduğu politikaların kuramsal dayanakları
çökmüştür. Baş iktisatçıları, uzmanları, yönetimi ahlâkî zafiyet
içindedir. Bizlere akıl vermesinin meşruiyeti yoktur. Sicili bozuktur.
Bugünün koşullarında IMF için öncelik, uluslar-arası finans kapitalin
çıkarlarını (yani Türkiye’den alacaklı olanları) 2001’de olduğu gibi
gözetmektir. Bu hedef esastır. AKP’yi tekrar destekleyebilir veya bu kez
köstekleyebilir. Her durumda kaybeden Türkiye’nin emekçileri olacaktır.
IMF’ye bu nedenlerle “kesinlikle hayır…”
Korkut Boratav
IMF Ümük Sıkacak: Sıfır Büyüme…
2001 krizi sonrası IMF desteği ile ucuz-emek odaklı Asyalaşma modeliyle yıllık
yüzde 7 dolaylarında bir lale devri büyümesi yaşadıktan sonra, Asyalaşmayı da
beceremeyip 2007’de yüzde 4,5 büyüme ile tempo kaybeden Türkiye ekonomisi şimdi
global krizin kırılgan yapısına tüy dikmesiyle IMF üstünden bir buzul çağına
giriyor. Kaç zamandır ümük sıktırmam teraneleriyle yalancı pehlivan edasıyla
IMF’ye meydan okuyan Tayyip Erdoğan kabinesi, sonunda pes edip, IMF’nin dediğine
geldi. Yeni bir stand-by anlaşması imza aşamasında.
Bazı saftirik yorumcular, IMF ile yapılacak anlaşma ile beklentilerini şöyle
sıralıyorlardı:
• IMF’den hatırı sayılır bir kaynak girişi ile kur şokunun önü kesilecek ve
kurda istikrar yakalanacak.
• IMF anlaşması, bir tür sigorta olacak, yeni sıcak para girişine yeşil ışık
sinyalleri gönderecek.
Bu beklentiden sonra ne olacağı konusunda akıl yürütenler iç-dış pazar önceliği
konusunda ayrışıyorlardı. Bazıları, IMF rüzgarı ile ihracata yönelmek gereğini
savunurken bazıları da iç talebi canlandırarak iç pazara yönelinmesi gerektiğini
beyan ediyorlardı.
Peki IMF Ne Diyordu?
IMF, bu büyük buhran koşullarında, aralarında Türkiye’nin de olduğu
çevre-bağımlı ülkeler için ne önereceğinin sinyallerini Ukrayna, Macaristan,
Pakistan ile yaptığı anlaşmalarda zaten belli etmişti. Bir miktar kaynak
aktarılacak ama bildik, ekonomiyi soğutucu istikrar önlemleri uygulanması şartı
ile.
AKP, yerel yönetim seçimlerinin ihtirasıyla da 2009 için yüzde 4 büyüme hedefini
bütçe tasarısına koymuştu. IMF ise, 4 kez yenilediği büyüme öngörülerinin
sonuncusunda (6 Kasım) 2009 için dünya ekonomisinde büyüme hedefini yüzde 2.2’ye
kadar indirmişti. Merkez ülkeler büyüme bir yana küçülecek, çevre ülkeler ise en
fazla yüzde 5 gibi büyüyeceklerdi. IMF’nin yeni stand-by anlaşması ile 2009 için
Türkiye’ye verdiği büyüme hedefi yüzde 0 (yazı ile yüzde sıfır) yani 2008’deki
düzeyinde kalma… Bunu kabullenmem diyen Tayyip Erdoğan’ın manasız efelenmeler
ile nereden nereye geldiği ortada.
IMF’nin mali disiplin diye tutturup vergilerin artırılmasını, harcamaların
kısılmasını isteyeceği de sır değildi. Nitekim, bunun da haberleri geliyor.
Yüzde 8’lik KDV’li mal ve hizmetlerin yeniden yüzde 18’e çıkarılması
isteniyormuş IMF tarafından. Ayrıca içinde eğitim, sağlık, adalet, tarıma destek
vb. harcamaların yer aldığı harcamalara da tırpan isteniyormuş. Tam bildik
istikrar reçetesi… 2009 için enflasyonun yüzde 14-15 olarak öngörülmesi ise bir
başka ilginç boyut. Anlaşılan IMF, fiyatların pek baş eğmeyeceğini öngörüyor.
Evet, IMF desteği ile likidite bolluğu yaşanan lale devrinden şimdi global
krizin can yakan buzul çağına girilmiş oluyor; Sıfır büyüme, yeni vergi, daha az
bütçe harcaması.
Bunlar, tensikatlarla tırmanan işsizliğe karşı hiçbir şey yapamamak, bütçe
üstünden alt ve orta sınıfların biraz daha yoksullaştırılması demek.
Son yayınlanan sanayide üretim düşüşleri, nasıl bir buzul çağa girildiğini
yeterince ortaya koyuyor.
2007’nin Ekim’ine göre, sanayi üretimi yüzde 8,5 düşmüş görünüyor. Bu veri, bile
üçüncü çeyrekte sıfır altı bir büyüme verisinin işaretini veriyor. 2009’da
sanayide, dolayısıyla genelde büyümede fazla iyimser olmak kolay değil.
25 Milyar $ Neye Yarar?
IMF’nin stand-by anlaşması ile aktaracağı kaynağın miktarı 25 milyar dolar
olarak ifade ediliyor. Bu anlamlı bir para mı?
Türkiye’nin 2009’daki döviz ihtiyacını anımsatalım önce. Kısa vadeli ticari
borçlar ve cari açık hariç Türkiye’nin 2009’daki dış finansman gereksinimi, 110
milyar dolar olarak öngörülüyor. IMF’den aktarılacak olan, bu dış finansman
ihtiyacını toparlamaya yeterli bir rüzgar olabilir mi ? Zor…
Global krizin, hem dış kaynak hem dış pazar yönünden merkez emperyalist ülkelere
bağımlı çevre ülkeleri ne hale getirdiğini bir türlü kavrayamayan ve körün
değneğini bellediği gibi, bildik ezberlerin dışına çıkamayan liberal yorumcular,
birbiriyle çelişen, süfli yorumlardan geri kalmıyorlar. Kimisi, “IMF ile
anlaşmalı, ama ihracata ağırlık verilmeli” gibi beylik laflar etmektedir. Hangi
ihracat? Nereye ihracat? İhracatını yüzde 60 oranında AB’ye bağımlı kılmış
Türkiye’ye AB siparişleri hızla azalıyor. Diğer bölgelerde talep var mıdır? Var
ise bile Çin ile diğer Asya ülkeleri ile boğuşacak dermanı var mıdır Türkiye’nin?
Kimi aklı evveller de bir süredir, hem IMF ile anlaşma olsun hem de iç talep
geliştirilerek ekonomi genişletilsin incileri yumurtlamaktalar. IMF ne zaman,
hangi çevre ülkeye genişlemeci politika izni vermiş? Hiçbir zaman ve şimdi de
aynı daraltıcı reçete ile toplum iyice bunaltılacaktır.
Eski ve Yeni
IMF anlaşmaları, eski krizlerde, iç talebi daraltır ama ihracata yönlendirirdi,
ayrıca dış kaynaklara (sıcak paraya, doğrudan yabancı yatırımlara, dış
kreditörlere) burası emin, buraya gelin, sinyali verirdi. Ya şimdi? Şimdiki
şartların, iklimin değişmediğini hala fark edemeyen liberaller, hala bu
anlaşmanın aynı etkiler yaratacağını, dışa açılmayı teşvik edeceğini, yeni sıcak
para girişini hızlandıracağını umuyorlar. Oysa boş beklenti. Ne dışarıda canlı
bir talep var, ihracat olsun; ne de sıcak paranın gelesi var. Onlar şimdi
güvenli Merkez ülke devlet tahvillerinde, yangın söndürmede kullanılıyorlar.
O zaman IMF anlaşması neye yarayacak? Cevaplayalım, kurda geçici bir düşüşe,
borçlu sermayedarlara geçici bir soluğa. Çalışan sınıflar ve orta sınıflar için
ise iyice kurumuş bir iç pazar, alım gücü düşüşü ve yoğun bir işsizlik var
gelecekte.
IMF ise bu anlaşma ile Türkiye’yi hasta Merkez’in eteğinde tutmaya devam ettiği
gibi, Türkiye’den kredi alacağı olanları da rahatlatıyor. Bir süre sonra onların
özel sektörden alacaklarını devlet garantili hale getirmesini dayatır ve bunu
kabul ettirirse de hiç şaşırmayalım.
Mustafa Sönmez
|