Ekonomik Gelişmeyi 'Yeniden'
Düşünmek
Yaşanmakta olan ağır bunalım, çok sarsıcı ve uyarıcı bir etki yaptı. Küresel
ekonomi yönetimleri, ister en gelişmiş sekiz ülkeyi (G8) isterseniz ülkemizin de
içinde bulunduğu G20’yi alın, “ne yapacağını bilememenin” şaşkınlığını yaşıyor.
“Piyasa her derde devadır” deniliyordu; şimdilerde ulus devletler piyasanın
yarattığı yıkımı düzeltmek için kolları sıvıyor.
Neoliberalizmin, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ekonomik gelişmeyi
sağlaması bir tarafa, en gelişmiş ülkelerde de durma noktasına geldiği,
gerilemeye ve giderek yıkıma yol açtığı görülüyor. Ülkeler çözüm arıyor.
ABD’de Obama yönetimi, iki yılda 2.5 milyon kişiye yeni iş alanı açacak bir
tasarım üzerinde çalıştığını açıklıyor. İngiltere’de ise işbaşındaki İşçi
Partisi; yönetim değişikliği, İngiltere’de de İşçi Partisi’nin hükümet olması,
bu ülkeler için bir şans sayılıyor. Diğer ülkeler de “başlarının çaresine”
bakıyor.
Batı kapitalizminde yaşanan bu “piyasanın bozduğunu düzeltme” ya da “sol sapma”
bir büyük dönüşüme işaret ediyor. Bu süreç, Türkiye gibi ülkelerde, yıllardır,
“unutulan ve unutturulan” ekonomik gelişmeyi yeniden düşünmek ve gündeme
getirmek için bir anlam ve öneme sahip olabilir mi?
Bu soruya “evet” demek gerekiyor.
***
Son bunalımın öğretmesi gereken birkaç noktanın altı çizilmelidir. Birincisi,
piyasa, kapitalizm ile eşanlamlı ve özdeş değildir. Piyasa kapitalizm öncesinde
de vardı; kapitalizmin değişen nitelikleri içinde de varlığını sürdürüyor.
İkincisi, ekonomik kaynakların etkin ve verimli kullanılması için bunların
mülkiyetinin mutlaka özel ellerde olması zorunluluğu bulunmuyor. Kaldı ki özel
mülkiyet, sermaye büyüklüğüne göre çok büyük niteliksel farklılıklar gösterir.
Örneğin, bir milyondan fazla ortağı bulunan ABD’nin otomotiv devi GM ile
sokağımızın başındaki bakkalın mülkiyet ve yönetim uygulaması -söylemeye gerek
yok ki- çok farklıdır. Üçüncüsü, “Kamu mülkiyeti batırır, özel mülkiyet başarır”
diye bir kural olamaz. Her iki mülkiyet biçiminin de artıları ve eksileri vardır;
son bunalım, özel mülkiyetin başarısızlığının kusursuz örneklerini her gün
sergiliyor. Son bir nokta daha var; her ülke kendi bunalımına karşı yine kendi
çözüm arıyor, küreyi göz ardı etmeden ulus devletine yeni işlevler yüklüyor.
***
Bu ortamda, Türkiye, rafa kaldırdığı “ekonomik gelişme” kavramını neden
tartışmasın? Neden gelişme arayışlarına girilmesin?
Tarihin kanıtladığı gerçek şudur: Bu tür özgün, ulusal gelişmeci atılımlar,
gelişmiş kapitalizmin zayıf düştüğü dönemlerde, onlar kendi dertleriyle
boğuşurken başarılabiliyor.
Ekonomik bunalıma çözüm nasıl olsa ulusal düzeyde aranacak ve bulunacaktır. Bu
çözüm programının, birkaç aylık, en çok bir yıllık önlemleri içermesi gerektiği
biliniyor. Ancak kısa dönem çözüm önlemleriyle birlikte ya da bunlarla
bütünleşik olarak, ülkenin üretim olanaklarını arttırıcı bazı girişimler
olmalıdır. Örneğin, enerji, iletişim ve elektronik, tıp, özellikle de genetik
gibi diğer kesimlerin harekete geçmesini sağlayacak kilit sektörlerde, kamu
eliyle ve fakat siyasetten bağımsız çalışacak araştırma-geliştirme eksenli
üretim birimleri kurulabilir. Böyle bir teknolojik açılım, diğer sektörleri
ileriye taşıyacağı gibi, ülkenin bilim ve araştırma altyapısını geliştirir ve
kurumlarını güçlendirir. Sayıları hızla çoğalan üniversitelerin gelişmesini ve
bilimsel çalışma ile mal ve hizmet üretimini birleştirmelerinde itici güç işlevi
görür.
***
Kuşkusuz çok daha ayrıntılı tartışma ve çalışmaları gerektiren bu tür bir
gelişmeci açılım, en başta, siyasetin görevidir. Bunun için de yıllardır
uygulanan ekonomik gelişmeyi tamamıyla serbest piyasaya bırakan anlayışın yanlış
olduğu gerçeğinden yola çıkmak, gelişmeci devlet anlayışını, tüm toplum
kesimlerinin desteğini de sağlayarak yaşama geçirmek gerekiyor.
Eğer yaşanmakta olan küresel dönüşüm bu ülkenin ekonomik ve toplumsal gelişmesi
için değerlendirilmezse, yarının kuşakları, haklı olarak bugünkü siyasetçiyi
sorumlu tutarlar.
Yıllardır, şiddetle esen liberalizmin güçlü rüzgarlarıyla gelişmeci kimliklerini
iyice yitiren siyasal akımlar ve partiler, kendilerini yenileyip bir gelişmeci
dönüşüme öncülük edebilirler mi? Yaşamsal soru budur.
Yakup Kepenek
|